Siyasal Emperyalizmin Yeniden Keşfi
Emperyalizm
kavramı, Marksist teori içinde, kapitalizmin 19. yüzyılın son
çeyreğinde belirginleşen yeni eğilimlerini tanımlamak üzere gündeme
gelmiş, 20. yüzyıl boyunca sosyalist teori ve pratiğin temel
eksenlerinden birisini oluşturmuştur. Belki de tam da bu nedenle burjuva
ideolojik hegemonyanın üretim merkezlerinden birisi olarak işlev gören
akademik dünyada, nesnel bir olguyu tanımlayan bilimsel bir kavram
olarak değil, siyasal bir hattı sembolize eden bir slogan olarak
görülmüş ve kullanımından uzak durulmuştur. 1960’larda sömürge
ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarının ve sosyalizmin artan
prestijinin etkisiyle bu tutum sınırlı ölçüde de olsa kırılmış ve
azgelişmiş ülkelerin üzerindeki emperyalist sömürü ve denetim
mekanizmaları, bu ülkelerin emperyalist bağımlılık ilişkilerinden
koparak bağımsız bir kalkınmaya nasıl yönelebileceği sorunu etrafında
üniversite çevrelerinde önemli tartışmalar yaşanmıştır.
Emperyalizm
kavramı 1970’li yıllarda yeniden güç kazanan burjuva ideolojik
hegemonyanın etkisi altında yeniden unutulmaya yüz tuttu. Bu dönemde
kapitalizmin uluslararasılaşmasının yeni bir ivme kazanması ve
sermayenin neoliberal politikalar aracılığıyla büyük bir hareket
kabiliyeti kazanması, küreselleşme denilen metafizik bir kavramla
açıklandı. Uluslararası kapitalizmin ideolojik merkezini oluşturan
Anglo-Sakson dünyasında geliştirilen bu kavram gelişigüzel seçilmemişti.
Küreselleşme terimi çelişkisiz ve pürüzsüz, ulusal sınırların ve ulusal
düşmanlıkların önemini kaybettiği, bütün ulusal ekonomilerin karşılıklı
bağımlılığı temelinde işleyen bir dünya sistemi tasvir ediyordu.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalist geçmişten koparak
bürokratik devlet kapitalizmine dönüşmüş bulunan rejimlerin yıkılmasıyla
liberal kapitalizmin insanlığın gelişimindeki nihai evre olduğu
yolundaki teorilerle desteklenen küreselleşme propagandası 1980’li ve
90’lı yılların düşünce dünyasını teslim almayı başardı.
1990’lı
yıllarda küreselleşme propagandası, kapitalizmin kaçınılmaz gerçekleri
olan iktisadi krizler ve emperyalist müdahalelerle itibar kaybetmeye
başladı. I. Körfez savaşı, Yugoslavya’daki NATO bombardımanları, etnik
boğazlaşmalar, Ruanda’da dünyanın gözleri önünde emperyalist güçlerin
kışkırttığı soykırım, Asya krizi ve tüm dünyada emekçilerin yaşam
koşullarının giderek artan ölçüde piyasanın acımasız kurallarının
denetimine girmesi, IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla azgelişmiş
dünyanın giderek derinleşen yoksulluğu küreselleşme kavramı etrafında
inşa edilen büyülü modelin cilasının dökülmesine yol açtı. Ancak
küreselleşme teorisi, emperyalist kapitalizmin doğası hakkında yaydığı
yanılsamalarla, işçi sınıfı hareketinin sınıf mücadelesi ve
enternasyonalizm konusundaki devrimci geleneklerini iğdiş ederek, sınıf
hareketinin liberal ideoloji tarafından yozlaştırılmasına neden olarak
temel hedefine büyük ölçüde ulaştı.
İkibinli
yıllara gelindiğinde küreselleşme teorisinin gözden düşmesiyle,
akademik dünyada yaşanan gelişmeleri tanımlayacak yeni bir teorik
yaklaşım ihtiyacı gündeme geldi. Bu yöndeki en önemli girişim Michael
Hardt ve Antonio Negri’nin 2000 yılında yayınlanan İmparatorluk adlı kitabıyla ortaya çıktı.[1]
Bu kitap küreselleşme propagandasının bütün klişelerini tekrar etmesine
karşın ortaya koyduğu siyasal kuram ateşli tartışmalara yol açtı.
Yazarlar, küreselleşme propagandasının temel savını daha eserin
önsözünde tekrarlıyor ve “son yirmi otuz yılda ekonomik ve kültürel
mübadelenin karşı konulmaz ve geri dönüşü olmayan bir şekilde (vurgular bizim) küreselleşmesine tanık olunduğunu ve bu gelişmelerin İmparatorluk
adını verdikleri yeni bir uluslararası düzeni ortaya çıkardığını ileri
sürüyorlardı. Hardt ve Negri’ye göre yaşanan gelişmeler “küresel piyasa
ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte bir küresel düzen, yeni bir
yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi”
yaratmıştı. Bu yeni egemenlik biçimi “küresel mübadeleyi etkin bir
şekilde düzenleyen politik özne, dünyayı yöneten egemen güç” olarak
tanımlanan İmparatorlukluktu. Ancak yazarlara göre bu güç özgül
olarak belli bir ülke değil, uluslararası kuruluşları ile dünya
sistemini denetleyen, sermayenin genel çıkarlarını her yerde kollayan,
tek tanrılı dinlerin Tanrısı gibi hiçbir yerde olmayıp her yerde hazır
ve nazır olan bir güçtü. Bu durumda anti-emperyalist mücadelenin hedefi
olan ve ülkeden sökülüp atılacak bir emperyalizm kalmadığı gibi ele
geçirilecek ya da yıkılacak bir iktidar odağı da kalmamıştı. Mücadele
artık küresel ölçekte evrensel yurttaşlık hakları temelinde
yürütülmeliydi. Kitabın yazarları, neoliberal çağın felsefi eğilimi olan
postmodernist yaklaşım doğrultusunda eser boyunca iddialarını
doğrulayacak herhangi bir somut kanıt ileri sürmedikleri gibi, birçok
konuyu eklektik bir tarzda ele alarak küreselleşme propagandasının
yarattığı kafa karışıklığına önemli bir katkı sundular. Ne de olsa,
kendilerini dinlemeye hazır kafası karışık çok sayıda “solcu” okur
vardı.
Bu
kitabın yayınlanmasını izleyen dönemde Batılı Marksist kökenli
akademisyenler arasında geniş bir tartışma başladı. Aynı yıl yayınlanan
Leo Panitch ve Samuel Gindin imzalı Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmparatorluğu
adlı bir başka çalışmada İmparatorluk argümanı tekrarlanıyor, ancak bu
eserde dünya sistemi ABD hegemonyası altında birleşen “kapitalist
imparatorluk” olarak tanımlanıyordu.[2]
Bu yazarlara göre Amerikan kapitalizmi tüm dünyayı kendi egemenliği
altında birleştirmiş, rakip emperyalist güçler arasındaki çekişme,
yerini, kurallarını ABD’nin koyduğu yeni bir düzene bırakmıştı.
Emperyalizm tartışmalarına 2003 yılında yayınlanan Sermaye İmparatorluğu adlı kitabıyla katılan Ellen Meiksins Wood ise
Roma İmparatorluğu’ndan bu yana imparatorluk olgusunun sürekliliğini
öne sürüyor ve sadece dayandığı iktisadi motifin değiştiğini iddia
ediyordu.[3]
Yukarıda
anılan eserler, sürekli sermaye birikiminin yarattığı genişleme, dünya
pazarlarını ve hammadde kaynaklarını ele geçirme eğilimi ile devletlerin
öteden beri var olan gücünü pekiştirme eğilimi arasında kategorik bir
ayrım yapıyorlar. Bu ayrım sermaye mantığı/territoryal (ülkesel) mantık
başlığı altında ifade ediliyor. Bu öncülden hareketle Lenin’in
emperyalist güçler arasındaki rekabet savının bugün artık geçerli
olmadığını, geçmişteki rekabetin devlet yapılarına hakim olan kapitalizm
öncesi güçlerin kışkırttığı ülkesel çıkar çatışmasından kaynaklandığını
iddia ediyorlar. Böylece emperyalizm, ekonomik temellerinden
soyutlanarak salt siyasal bir kavrama dönüştürülüyor ve siyasal anlamı
da oldukça dar biçimde yorumlanarak askeri işgal-fetih politikasıyla
özdeşleştiriliyor. Bu yaklaşıma göre günümüzde, küreselleşme sonucunda
kapitalizm ABD hegemonyası ya da uluslar arası kuruluşlar eliyle tek bir
iktidar altında birleştiğine göre, emperyalizmden değil,
imparatorluktan bahsedilebilir. Bu teori, bizzat anılan yazarlar
tarafından da kabul edildiği gibi vaktiyle Karl Kautsky tarafından ileri
sürülen ultra-emperyalizm teorisine dayanmaktadır. Ve her nasıl
oluyorsa yeni teori diye ortaya atılmaktadır. Peki neydi bu yeniden
keşfedilen teori ?
Büyük Yenilik: Kautsky’nin Keşfi!
20.
yüzyıl başlarında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde etkili olan
reformcu akımın Bernstein türünden sözcüleri, emperyalist sömürgeciliğin
azgelişmiş ülke halkları üzerinde uygarlaştırıcı bir rol oynadığını
ileri sürecek kadar sosyalizmden uzaklaşmışlar, yaklaşan emperyalist
savaşta yurt savunması adı altında kendi ulusal burjuvazilerini
destekleme tutumuna girmişlerdi. Başlangıçta bu kesime mesafeli olan
Karl Kautsky, giderek benzer bir çizgiye savrulmuş, emperyalist
politikaların arka planında devleti ve ekonomiyi kontrol eden mali
sermayenin öncülük ettiği gerici sınıflar bloğunun bulunduğunu, buna
karşılık sanayi burjuvazisinin serbest ticarete dayalı barışçı bir
politikanın temsilcisi olduğunu savunma çizgisine gelmişti. Bu durumda
işçi sınıfı partileri, emperyalist politikalara karşı, sanayi
burjuvazisini destekleyerek barış, demokrasi, sömürgeciliğin sona ermesi
ve işçi sınıfının yaşam koşullarında iyileşme gibi kazanımlar elde
edebilecekti. Kautksy, emperyalizme karşı tüm dünyada sanayici güçlerin
öncülük ettiği kapitalist devletlerinin ittifakından oluşan bir
ultra-emperyalizmin mümkün olduğunu ve böylece toplumsal devrime gerek
kalmadan evrimci bir şekilde sosyalizme geçileceğini ileri sürüyordu.[4] Bu görüşler o dönemde ortaya atılan Avrupa Birleşik Devletleri sloganının teorik temelini oluşturuyordu. Lenin, bu sloganı şöyle eleştiriyordu:
“Kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa
kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa
Devletleri olanağı vardır. ... ama ne için bir anlaşma? Yalnızca
Avrupa'daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü
bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda,
yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa'dan çok daha
büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika'ya karşı
sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla. Amerika Birleşik
Devletleri'yle kıyaslandığında, Avrupa, tüm olarak ekonomik durgunluğu
simgeler. Bugünkü ekonomik temel üzerinde, yani kapitalizm koşullarında,
bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika'nın daha hızlı gelişmesini
geciktirmek için gericiliğin örgütlenmesi anlamını taşır. Demokrasi ve
sosyalizm davası denince yalnızca Avrupa'nın akla geldiği dönemler bir
daha geri dönmemek üzere geçip gitmiştir.”[5] (vurgu orijinalinde)
Avrupa
Birleşik Devletleri sloganı, bugün kriz koşullarında etkisini kaybetse
de yakın zamana kadar Avrupa Birliği’ne liberal soldan gelen desteğin
ideolojik soykütüğünü ele veriyor.[6]
Emperyalizmi
ekonomik temellerinden koparan sermaye mantığı/territoryal mantık
ayrımından hareket eden ve sonuçta Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezinin
bir varyantına ulaşan bir başka Marksist yazar olan David Harvey, Yeni Emperyalizm adlı kitabında günümüz emperyalizminin dayandığı ilkeler bakımından eski emperyalizmden tümüyle farklı olduğunu savunmaktadır.[7]
Yeni Emperyalizm tartışmasına geçmeden Harvey’in eski emperyalizmden ne
anladığına bakmak yararlı olacak. Çünkü bu onun yeni emperyalizminin
temel karakterini anlamak için de gerekli.
Harvey,
emperyalizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde burjuvazinin eski yönetici
sınıflar karşısında sahip olduğu ayrıcalıkları sürdürmek için yöneldiği
bir güç siyaseti olduğu inancında. Ona göre 19. yüzyılın son çeyreğinde
burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmiş, eski sınıflara karşı kendi
ayrıcalıklarını tahkim etmek için işgal ve fetih gibi güç siyasetine
yönelmiştir. Bu nedenle emperyalizm Lenin’in iddia ettiği gibi
kapitalizmin en son aşaması değil, burjuvazinin iktidarının ilk
aşamasıdır. Harvey’in, liberal düşünür Hannah Arendt’e dayandırdığı bu
sav, burjuva egemenliği ile burjuvazinin doğrudan yönetimi arasında
kategorik bir ayrıma giderek siyasal iktidarın sınıf karakteri konusunda
liberal bir yaklaşıma dayanıyor ve görünüş ve gerçeklik arasındaki
mesafeyi görmezden geliyor.
Emperyalizmin
doğuş yıllarında burjuvazi Avrupa’da Rusya dışında her yerde egemen
sınıf konumundaydı. Ancak feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin
kaçınılmaz olarak farklı ülkelerde farklı toplumsal dinamikler altında
doğrusal olmayan bir biçimde gerçekleşmiş olması nedeniyle eski
aristokratik sınıfların siyasal alandaki etkisi tümüyle ortadan
kalkmamıştı. Örneğin tarihteki ilk burjuva devrimini gerçekleştiren
İngiltere’de burjuva egemenliği, burjuvalaşan feodal aristokrasinin
çoğunluğu oluşturduğu Parlamento’nun egemenliğinde ifadesini buldu. 17.
yüzyıl burjuva devrimin izleyen dönemde burjuva toprak sahiplerinin
egemen olduğu Parlamento’nun kontrol ettiği İngiliz devleti, sermaye
birikiminin uzun dönemli çıkarlarını güvence altına alan bir aygıt
olarak işledi. Burjuva devlet, sömürgecilik siyasetinin desteklenmesi,
köylülerin Parlamento yasaları ile topraklarından atılarak, gelişen
sanayinin ihtiyaç duyduğu iç pazarı ve işgücü piyasasını
oluşturulmasında oynadığı rolle sanayi devriminin ya da fabrika
sisteminin temellerini attı. Sanayi devrimini izleyen dönemde ise,
Krallığın geleneksel himayeci politikalarına yaslanan ve işgücü
maliyetlerini yükselten “Yoksul Yasaları” ve toprak sahiplerinin
çıkarları doğrultusunda gündeme getirilen ve yine işgücü maliyetlerini
yükselten “Tahıl Yasaları” nedeniyle sanayi burjuvazisi ile burjuva
toprak sahiplerinin çıkarları arasında bir gerilim ortaya çıktı. Uzun
mücadeleler sonucunda bu yasalar yürürlükten kaldırıldı ve seçim reformu
aracılığı ile sanayi burjuvazisinin siyasal egemenliği pekişti. 19.
yüzyılın ikinci yarısında burjuva toprak sahipleri İngiltere’nin dünya
ekonomisinin merkez gücü haline gelmesiyle ticari ve finansal
yatırımlara yöneldiler. Ve burjuvazinin farklı katmanları arasındaki
gerilim sona erdi.
Almanya
örneğinde süreç daha farklı işledi. Almanya’da burjuva devrimi,
İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi emekçi halk kitlelerinin feodal
yönetime karşı ayaklandığı “aşağıdan devrim”ler yoluyla değil,
kapitalist gelişmenin daha ileri bir aşamasında gelişen işçi sınıfının
radikalizminden duyulan korkuyla burjuvazi ile geleneksel aristokrasinin
(Junkerler) ittifakına dayanan “tepeden devrim” yoluyla gerçekleşti.
Almanya’da burjuva egemenliğini sağlayan “demir ile çavdarın evliliği”
kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının tipik bir örneğiydi.
Almanya’da tepeden burjuva devrimi ile ulusal birliğin sağlanmasının
ardından ağır sanayi patronları sanayi üzerinde güçlü korumacılık
önlemleri alarak ve tekelci birlikler oluşturarak uluslararası planda
saldırgan bir rekabet politikası uygulamaya yöneldiler. Ve bu
politikaları hayata geçirmek için tarımda korumacı önlemler alınmasını
kabul edip Junkerlerin siyasal desteğini aldılar. Bu dönemde Almanya’da
sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi büyük bir hız kazandı ve
Almanya serbest rekabetçi aşamadan geçmeden tekelci kapitalizmin egemen
olduğu güçlü bir emperyalist odak haline geldi.
Emperyalizmin
ekonomik temellerini görmezden gelerek, bu olguyu bir siyasal tercihe
indirgeyen yazarların hareket noktasını burjuva egemenliğinin özgül
biçimleri arasındaki farklılık oluşturuyor. Temelde yatan gerçeği
görmezden gelerek görünüşe odaklanan burjuva düşünce alışkanlığının
ürünü olan bu yaklaşım yukarıda değinilen sermaye mantığı/territoryal
mantık ayrımının da hareket noktasını oluşturuyor. Üstelik yeni teoriler
olarak sunulan bu yaklaşımlar 19. yüzyılın aşılmış burjuva emperyalizm
tartışmalarına dayanıyor. 1870’lerden itibaren devletin emperyalist
yayılmacılığın hizmetindeki aktif rolü, siyasi ve ekonomik öğelerin
geçmiştekinden çok daha fazla iç içe geçtiği, devletin gerek içeride
gerekse dışarıda daha etkin ve belirleyici bir rol oynadığı yeni bir
döneme işaret ediyordu. Bu durum kimi gözlemcileri emperyalist
yayılmacılığın açıklanmasında tekelci kapitalizmin pazar ve hammadde
kaynakları üzerindeki rekabeti ve tekel egemenliğinin kaçınılmaz
gericiliği yerine, hırslı devlet adamlarının imparatorluk tutkusu,
milliyetçilik ve militarizm gibi psikolojik, ideolojik ve kültürel
açıklamalara yöneltti. Daha da önemlisi emperyalizmin, adı geçen dönemin
en dolaysız biçimde kendini gösteren belirtisi olan işgal/fetih
bağlamında ya da işgal/fetihle eşanlamlı olarak ele alınmasına yol açtı.[8]
Bu düşünürlerin ortak noktası emperyalizm ile kapitalizm arasında özgül
bir bağlantının varlığını yadsıma tutumuydu. Örneğin Avusturyalı
burjuva iktisatçı Joseph Schumpeter, yüksek gümrük tarifelerle korunan
kartel ve tröstlerin tekelci kapitalizme yol açan tekelci fiyat
politikaları, damping ve sermaye ihracı gibi unsurların altını çizmesine
karşın, bu olguların rekabetçi kapitalizmin bağrından çıkmadığını, tüm
bu gelişmelerin kökleri kapitalizm öncesi merkantilist ilkelere dayanan
politik eylemlerin ifadesi olduğunu savunuyordu. Schumpeter’e göre
kapitalizm doğası gereği anti-emperyalistti. Emperyalizm ise, “bir
devletin tanımlı bir sınırı olmayan güce dayalı genişlemeye duyduğu
amaçsız eğilim”den başka bir şey değildi.[9]
Schumpeter, bir başka çalışmasında Almanya’da eski aristokratik
sınıfların yönetici hale gelmesinin burjuvazinin muhalefetine yol
açtığını iddia etmiştir.[10]
Bu yaklaşım, Almanya’da burjuva devriminin özgül karakterini görmezden
gelerek Alman burjuvazisini emperyalist politikaların sorumluluğundan
kurtarmaktaydı. Burada sergilenen siyasal emperyalizm yaklaşımı Yeni
Emperyalizm kuramının teorik öncüllerini oluşturmaktadır. Şimdi
Harvey’in “Yeni Emperyalizm”ini tanıyalım
Harvey’e
göre günümüz emperyalizmi, ileri kapitalist ülkelerde 1970’li yıllarda
ortaya çıkan karlılık bunalımının yarattığı aşırı birikim sorununu
çözmediği için, kendisinin “el koyarak birikim” adını verdiği yeni bir
birikim mantığına yönelmiştir. Buna göre sermayenin neoliberal strateji
altında izlediği yeni birikim mantığı, artı-değer sömürüsü üzerinde
yükselen genişletilmiş yeniden üretimin yaşadığı tıkanıklık nedeniyle
mevcut zenginliklerin hile ve zor yoluyla yağmalanmasına dayanmaktadır.
Sermayenin 1970’li yıllardan bu yana dünya çapında hayata geçirmeye
çalıştığı bu yeni stratejinin temel ayakları; hisse senedi
spekülasyonları, anonim şirketleri ele geçirme kumpasları, enflasyonun
neden olduğu yapısal değersizleştirme, gelişmiş ülke halklarının yüksek
borç yükü altında yoksullaştırılması, kredi ve hisse senedi
manipülasyonlarıyla varlıklara el konulması, Dünya Ticaret Örgütü Fikri
Mülkiyet Hakları Anlaşması vasıtasıyla üretimdeki bilginin
metalaştırılması, özelleştirme uygulamalarıyla kamu işletmelerinin yok
pahasına ele geçirilmesi, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik
sistemlerinin ticarileştirilmesi, kültürel metalaşma ve doğal
kaynakların tahribi vb. gelişmelerdir.[11]
Harvey, bu gelişmelere dayanarak eski emperyalizmden farklı yeni bir
emperyalizmle karşı karşıya olduğumuzu savunmaktadır. Yani onun
argümanına göre burjuva iktidarının ilk aşaması olan güç politikaları
yerine neoliberal dönemin egemen politik ikliminin gündeme getirdiği
yeni güç politikaları...
Harvey,
neoliberal politikaların, kapitalist ekonomideki karlılık sorunu
karşısında, uluslararası kapitalizmin emekçi sınıflara ve azgelişmiş
dünya halklarına karşı Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının
sağladığı itkiyle hayata geçirdiği bir saldırı politikası olduğu
kanısında değildir. Ancak 1970’li yıllardan itibaren hayata geçirdiği
politikaların neden genişletilmiş yeniden üretimin alternatifi olduğu
konusunda ikna edici bir argüman sunmamaktadır. Bilindiği gibi
özelleştirilen işletmeler zaten genişletilmiş yeniden üretimin
gerçekleştirildiği kapitalist işletmelerdir. Özelleştirme politikaları,
bu işletmelerdeki güçlü sendikal yapıları dağıtarak ortalama ücretlerini
düşürmek ve sosyal kazanımları ortadan kaldırmak için gündeme
gelmiştir. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin
piyasalaştırılması, bir yandan kapitalizmin bitmek bilmez kar arayışının
yarattığı metalaştırma eğiliminin sonucu iken diğer yandan işçi
sınıfının sınıf mücadelesi ile elde ettiği ve kapitalistlerin işgücü
maliyetlerini ve vergi yükünü artıran ve kar oranlarını azaltan
kazanımlar olduğu için hedefe konulmuştur. Öte yandan sermaye
piyasalarındaki spekülasyonlar, tekelci kapitalizmin işleyişinin
ayrılmaz bir parçasıdır. Yine gelişmiş kapitalist ülkelerde artan
tüketici kredileri biçimindeki borçlanma, artı-değerin
gerçekleştirilmesi ile ilgilidir. Elbette tüm bu gelişmelerle
kapitalizmin 1970’lerde ortaya çıkan karlılık bunalımı arasında yakından
bir ilişki vardır. Ancak bunlar, kapitalizmin işleyiş yasaları dışında
işleyen bir güç siyasetinin değil, tekelci kapitalizmin olağan
işleyişinin sonuçlarıdır. Ve elbette sınıf mücadelesi ile sermayenin bu
politikaları engellenemediği takdirde yaşama geçirilebilecek
politikalardır bunlar.
Marksist
politik ekonomi konusunda oldukça yetkin bir yazar olan Harvey’in
kapitalizmin işleyişinin dayandığı mekanizmaları bilmediği düşünülemez.
Ne var ki yeni emperyalizm kuramı reformcu bir siyasi bir hattın
doğrulanması için kaleme alındığından bunların bir önemi yoktur. Aşağıda
göstereceğimiz gibi Harvey açısından sorun kapitalizm değil,
neoliberalizmdir. Hatta o kadar öyledir ki kapitalistlere
neoliberalizmin kendilerine ayak bağı olduğu yolunda akıl vermeye
yeltenir.
Bu
tartışmanın ardından yeni emperyalizm teorisinin başlıca
dayanaklarından birisini oluşturan el koyarak birikim konusuna
gelebiliriz. Harvey, eserinde Marks’ın kapitalizmin oluşum dönemine ait
olan ilkel birikim kavramı yerine el koyarak birikim kavramını kullanır.
Çünkü aşağıda tartışacağımız gibi ilkel birikim olmuş bitmiş bir süreci
ifade etmektedir. Ancak bu farklı tanımlama Harvey’in kavrama yüklediği
çarpık anlamı ortadan kaldırmaz. El koyarak birikim kavramı Rosa
Luksemburg’un 1913 yılında yayınlanan Sermaye Birikimi adlı
eserinde ileri sürdüğü ve kapitalist birikimin işleyişini yanlış bir
yorumlanmasına dayanan emperyalizm kuramına dayanmaktadır.
Devrimci
bir teorisyen olan Rosa Luksemburg, emperyalizm kuramını II.
Enternasyonal içindeki reformist kanadın temsilcisi olan Kautsky ve
Bernstein’a karşı kaleme almıştı. Yanlış teorik öncülerden hareket
etmesine karşın ortaya koyduğu emperyalizm teorisi sosyalist devrimi
hedefliyordu. Rosa Luksemburg, Sermaye Birikimi adlı
çalışmasında Marks’ın Kapital’in II. cildinde ortaya koyduğu
genişletilmiş yeniden üretim şemasını yanlış yorumlayarak kapitalizmin
sadece artı-değer sömürüsüne dayanarak genişlemesinin mümkün olmadığını
savunmuştur. Luksemburg’a göre kapitalist gelişme, emekçi sınıfları
yoksullaştırarak ürettiği tüm metaları satıp artı değeri
gerçekleştirebilmesi için gerekli pazarı daraltmaktadır. Bu sorunun yol
açtığı kronik pazar sorunun çözümü için kapitalizm dışından talebe
ihtiyaç vardır. Bunun için başvurulacak ilk kaynak ülke içindeki
kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin kalıntısı olan bağımsız zanaatkar
ve küçük üretici köylülük gibi kesimlerin talebidir. Ancak kapitalizm
geliştikçe bu kesimler yok olma sürecine gireceği için, kronik pazar
sorunun çözümü için dış pazarlara yönelmek gerekir. Emperyalizm bu
noktada ekonomik bir zorunluluk olarak devreye girer. Yeni pazarları ele
geçirerek artı değerin gerçekleştirilebilmesi için azgelişmiş dünyanın
emperyalist işgal, baskı, hile, talan ve yağma politikalarıyla denetim
altına alınması gerekir. Bu nedenle Marks’ın kapitalizmin başlangıç
dönemine ilişkin olarak tartıştığı ilkel birikim, kapitalist birikimin
sonraki aşamaları için iktisadi bir zorunluluk olarak devam etmek
zorundadır. Rosa Luksemburg, bu politikaların azgelişmiş dünyanın
kapitalist üretim ilişkileri içine çekilmesine yol açarak kapitalizmin
kronik pazar sorunun derinleşeceğini, kendi sınırlarına dayanan
kapitalizmin dünya çapında bir proleterya devrimi ile sonunun geleceğini
söyler. Görüldüğü gibi Rosa Luksemburg, emperyalizmi kapitalizmin
işleyiş yasalarına bağlıyor ancak bu yasaları yanlış yorumladığı için
yanlış bir emperyalizm teorisine ulaşıyordu.
Yakın
dönemde ülkemizde de emperyalist-kapitalist politikaların sıklıkla ve
yanlış bir biçimde ilkel birikim argümanı çerçevesinde ele alınması
nedeniyle burada bir parantez açıp bu olguya yakından bakmak yararlı
olacaktır.
İlkel Birikim ve Kapitalizm
İlkel
birikim deyimi, ilk bakışta, tanımladığı sürecin içerdiği baskı ve
zorlamaları akla getirmektedir. Oysa Marx, bu deyimi, kapitalizmin
doğuşunu sağlayan başlangıç koşullarını ifade etmek üzere kullanmıştır.
Mesele özetle, feodalizmin çözülüş sürecinde parasal zenginliğin ve
emeğin sermayenin kendisini büyüteceği koşulları sağlamak üzere
dönüştürülmesi başka bir deyişle, sermayenin ve özgür emekgücü
piyasasının yaratılmasıdır. Bu süreç ekonomi dışı baskı ve şiddet
yöntemleriyle hayata geçirilmiştir.
Ancak
Marks, esas olarak tarihsel bir üretim tarzı olarak kapitalizmin
zorunlu unsurlarını açıklamaya çalıştığı için, konuyu ilk olarak ele
aldığı Grundrisse, ilkel birikim sürecinin içerdiği zor ve
şiddet yöntemlerine değinmez bile. Sürecin içerdiği ekonomi dışı
yöntemleri konuyu daha bütünlüklü olarak ele aldığı Kapital’in I.
Cildinin 26. Bölümünde ayrıntılı olarak açıklamıştır. Bu bölüm, Almanca
orijinal metinde “Die sogenannte uspruengliche Akkumulation” başlığını
taşımaktadır. Bu ifade İngilizce’ye “So Called Primitive Accumulation”
diye çevrilirken, İngilizce kaynaktan yapılan Türkçe çeviride “Sözde
İlkel Birikim” ifadesi tercih edilmiştir. Almanca orijinalindeki uspruengliche kelimesi
orijinal, başlangıca dair, birincil, temel anlamını taşımaktadır. 19.
yüzyılda bu kelime, dönemin İngilizcesinde aynı anlamlara gelen primitive kelimesiyle karşılanmıştır. Ne var ki dilin evrimi sonucunda primitive kelimesi İngilizce’de daha çok Türkçe’deki güncel karşılığı olan ilkel
anlamını taşımaya başlamıştır. Özetle Marx, “ilkel birikim” derken,
sürecin ilkelliğine değil, kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç
koşullarına işaret etmektedir. Ancak sürecin içerdiği insanlık dışı
zorlamaları da ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Sözgelimi zorla
topraklarından kovulan köylülerin işgücü piyasasının gereklerine uygun
bir şekilde terbiye edilmesi amacıyla “serseriliğe karşı” çıkarılan sert
yasalar akıl almaz şiddet önlemleri içermektedir.
Marks
ilkel birikimi kapitalist üretim tarzının olgunlaşması için gerekli bir
ilk moment olarak algılar. Ona göre kapitalist üretim tarzının
olgunlaşması için:
“...birbirinden
çok farklı türde iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi
gerekir. Bir yanda başkalarına ait emek gücünü satın alarak ellerinde
bulunan değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim
aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda kendi emek güçlerini
dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. İki anlamda özgür
emekçiler; Çünkü bunlar, ne köleler, serfler vb. üretim araçlarının
ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim
araçlarına sahiptirler...Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist
üretimin temel koşulları sağlanmış olur. Kapitalist sistem emekçilerin
emeklerin gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet
hakkından tamamen kopmuş ve ayrılmış olmalarını öngörür... İlkel birikim
denilen şey, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten
başka bir şey değildir... Köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan
ayrılmaları bütün bu sürecin temelidir.”[12]
Görüldüğü
gibi Marks’a göre ilkel birikim süreci sermayenin yeniden üretim
sürecinin kesintisiz işleyeceği toplumsal koşulların oluşturulmasını
ifade etmektedir. Marks Grundrisse’de sermayenin ilk oluşum sürecini şöyle açıklar:
“Sermayenin ilk
oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçların
hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve insan emeğiyle
ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye
emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu salt parasal
servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihi
çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın
alabilme, bir yandan özgürleşen işçilerle para karşılığı canlı emek
mübadelesine girebilme imkânına kavuşmasından ibarettir".[13]
İngiltere’de
15. yüzyıldan başlayarak köylüler, topraklarından atılarak işledikleri
topraklar ve ortak alanlar (mera, orman) çitlenerek özel mülk haline
getirilmiştir. Çitleme hareketi diye bilinen bu süreç, 18. yüzyıla kadar
fiilen gelişirken 18. yüzyılda Parlamento yasaları ile ortak
toprakların çitlenmesiyle köylü mülkiyeti neredeyse tamamen ortadan
kalkmıştır. Yine bu süreçte toprak üzerinde köylüye koruma sağlayan ve
feodalizmin mirası olan geleneksel haklar tümüyle ortadan
kaldırılmıştır.
Elbette
Marks ilkel birikim analizini yaparken, baskı ve şiddete dayanan
politikaların sadece kapitalizmin ilk dönemine ait olduğunu söylemeye
çalışmaz. Örneğin Kapital’in I. Cildinde sermaye birikiminin aynı
zamanda emekçi sınıflar açısından nasıl bir sefalet birikimi olduğunu
çarpıcı bir şekilde anlatır. Yine örneğin köleciliğin ve Hindistan’daki
İngiliz sömürgeciliğinin iğrenç yöntemlerini teşhir eder. Marks’ın ilkel
birikim ile anlatmaya çalıştığı parasal zenginliğin ve emeğin nasıl
sermaye haline geldiğini açıklamaktır. Marks, Kapital’de kapitalist
üretim tarzının hareket yasalarını incelemeye çalıştığı için esas
itibariyle artı-değer üretiminin ve artı-değerin gerçekleşmesinin
koşulları üzerinde durur. Ekonomi dışı yöntemler, kapitalizme içkin
olsalar da kapitalist birikim bu temel üzerinde yükselmez. Kapitalizmin
ayırt edici özelliği artı-değer üretimidir. Elbette güç, bütün sınıflı
toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, düzenin bekası ve
yeniden üretimi için gerekli bir aygıttır. Ancak kapitalist toplumda
güç, sermaye birikimin hizmetindedir. Güç farklı ilkelere göre yeniden
tanımlanmış, burjuva devrimleri ile feodalizmin güç aygıtı parçalanarak
sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda yeni tipte bir devlet
kurulmuştur. Thomas Hobbes’un 1651’de söylediği gibi kapitalist toplumda
“güç zenginliktir; zenginlik de güçtür.”
Kapitalist
gelişme sürecinde sermayenin birikiminin kaçınılmaz sonucu olan
merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin doğurduğu tekelci kapitalizm
aşamasında güç de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüşüm
geçirmiştir. Emperyalizm, mali sermayenin egemenliği, sermaye ihracı,
dünyanın rakip kapitalist gruplar ve rakip kapitalist ülkeler arasındaki
pazar, hammadde kaynakları ve nüfuz alanları olarak paylaşılması gibi
temel unsurlarla tanımlanan tekelci kapitalizmin politik ve ekonomik
üstyapısıdır. Emperyalizmi ekonomik temellerinden soyutlayarak siyasal
bir sorun olarak gören düşünürler, yalnızca fiili emperyalist
saldırganlıkla karşılaştıklarında hatırladıkları bu olguyu, emperyalist
politikaları uygulayan devlet adamlarının siyasal eğilimlerine bağlama
eğilimindedirler. 11 Eylül saldırılarını izleyen dönemde Irak ve
Afganistan işgalinin George Bush ve etrafındaki neocon çetesinin “Yeni
Amerikan Yüzyılı Projesi” adını verdikleri politikaya ve Hıristiyan
köktendinciliğini çağrıştıran söylemlerine, “medeniyetler savaşı”
argümanına bağlanması örneğinde olduğu gibi. Oysa bu politikalar tekelci
kapitalizmin işleyişinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Yeni Emperyalizme Karşı Ultra–Emperyalizm
David
Harvey, sermayenin yeniden üretim sürecinde yaşadığı tıkanıklık
nedeniyle başvurduğunu söylediği el koyarak birikim sürecini,
kapitalizmin işleyişinden bağımsız olarak ele alır. Ona göre sermaye
mantığı ve territoryal mantık birbirine bağlı olsa da birbirine
indirgenemezler. Kapitalist birikimin tıkandığı noktada territoryal
mantık baskın hale gelmiş, el koyarak birikim ön plana geçmiştir. Oysa
yazar barışçıl bir kapitalizmden yanadır. O halde Kautsky yardıma
çağrılmalıdır. Marksist yazarımız, territoryal mantığın dayattığı
emperyalizme karşı sermayenin anti-emperyalist(!) müdahalesini zorunlu
görür:
“…hükümete
karşı duyulan güven çok önemli ve iktidarda askeri endüstri kompleksin,
yeni muhafazakarların ve hatta maalesef kökten dinci Hıristiyanların
egemen olduğunu gören sermaye mantığı, yaşamını sürdürmek adına,
Washington’da yönetimin değişmesi için çalışacaktır. Bu, yeni
muhafazakar emperyalizmin feci sonu demektir. Eğer bu gerçekleşmezse,
kalıcı bir savaş ekonomisine geçişin yol açtığı büyük sermaye kaçışı
ABD’nin ekonomik intiharı anlamına gelecektir. O zaman ABD küresel
üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun sürdürmek için son çare olarak
umutsuzca militarizme yönelecektir.[14]
Harvey
bu satırları George W. Bush ve neocon ekibinin iktidarda olduğu dönemde
kaleme almıştı. Anlaşılan anti-emperyalist(!) sermaye Harvey’in öğüdünü
izleyerek Washington’daki yönetimin değişmesi için ciddi bir faaliyet
yürüttü ve neocon ekibi iktidardan uzaklaştırıldı. Ama nasıl olduysa
Obama yönetimi altında ABD’nin emperyalist yönelimlerinde bir değişiklik
olmadı. Herhalde Harvey’in buna da bir yanıtı vardır. Kapitalistleri
gerçek çıkarlarının kapitalist gibi davranmamak olduğuna bir şekilde
ikna edecektir.
Harvey’in
Yeni Emperyalizm teorisinin temel ayaklarından birisi de kendisi bunun
yadsımakla birlikte yukarıda değindiğimiz Rosa Lüksemburg’un emperyalizm
kuramıdır. Harvey’e göre genişletilmiş yeniden üretim sürecinde ortaya
çıkan tıkanmanın yol açtığı aşırı birikim sorunun temel nedeni
sermayenin neoliberal politikalar aracılığı ile emekçilerin
yoksullaşmasına yol açması ve bu nedenle aşırı birikimi ortadan
kaldıracak tüketici talebinin yaratılamamasıdır. Bu görüş, teorik açıdan
yanlıştır. Çünkü kapitalistlerin üretim sektörüne yaptıkları yatırımlar
ve askeri endüstri kompleksinin gerçekleştirdiği verimli kapasite
yaratmayan yatırımlar talep sorununun çözümünde işlevsel olabilir.[15]
Bu olgu militarizmin ekonomik temelini de açıklar. Ama Harvey, kendi
reformcu-sosyal demokrat görüşlerini meşrulaştırmak için kapitalizmin
aşırı birikim sorununu çözmek için emekçilerin yaşam standartlarını
yükseltecek önlemler alması gerektiğini, bu çerçevede yeniden 1950-70
dönemindeki refah devleti uygulamalarına dönülmesinin zorunlu olduğunu
söyler. Peki kim alacaktır bu önlemleri? Elbette kapitalistler:
“Geçici
olsa da sorunun üretimin kapitalist kurallarına göre tek çözümü,
küresel çapta bir çeşit yeni bir “Yeni Anlaşma” (New Deal) dır. Bu “Yeni
Anlaşma”, sermaye dolaşım ve birikimini neoliberal zincilerinden
kurtararak özgürleştirmek; devlet gücünü daha müdahaleci ve paylaştırıcı
yönde düzenlemek; mali sermaye gücünü frenlemek; uluslararası ticaretle
ilgili görüşleri medyaya dikte ettiren oligopol ve monopollerin ezici
gücünü (özellikle askeri endüstri kompleksinin gücünü) demokratik
yollardan denetlemek demektir. Sonuçta, Kautsky’nin çok önceden
öngördüğü gibi kapitalist güçlerin koalisyonuyla ulaşılan daha yararlı
bir “Yeni Anlaşma” emperyalizmine dönülecektir.”[16]
Burada
sözü edilen “Yeni Anlaşma” kavramı 1929 büyük bunalımının ardından
ABD’de ortaya çıkan devasa işsizlik karşısında dönemin ABD başkanı
Roosevelt’in yaşama geçirdiği sosyal önlemleri ifade etmektedir. Bu
politikalar toplam talebi artırmak için değil, krizin yol açtığı derin
toplumsal huzursuzluğu denetim altına almak için gündeme gelmiştir. ABD
bunalımı, bu önlemlerle değil, II. Dünya savaşı öncesindeki devasa
silahlanma yatırımları ile aşmıştır. Savaş sonrasında Avrupa’daki işçi
hareketinin gücü ve Sovyetler Birliği’nin artan prestijinin yol açtığı
komünizm korkusu nedeniyle emperyalist ülkeler kendi işçi sınıflarına
yüksek ücretler ve geniş sosyal haklar biçiminde tavizler vermek zorunda
kalmışlardır. II. Dünya savaşı sonrasındaki yüksek büyüme hızları da bu
tavizleri kapitalistler açısından tahammül edilebilir kılmıştır. Ancak
sermaye ilk fırsatta bu hakları geri almak için harekete geçmiştir.
Bugün uygulanan neoliberal politikaların özü budur.
Savaş
sonrasında uygulanan refah devleti politikaları komünist partilerin
evcilleştirilmesine ve sosyal demokrasinin güç kazanmasına yol açmıştı.
Bunalımın ortasında 1936 yılında yayınladığı Genel Teori adlı
eserinde efektif talep sorunun çözümü için devlet müdahalesi öneren
Keynes’in görüşleri de aynı dönemde iktisat politikalarına yön vermiş ve
bir tür sol-Keynesçilik sendikal ve sosyal demokrat çevrelerde egemen
hale gelmişti. Harvey, sol-Keynesçi bir bakış açısıyla refah devletinin
küresel çapta yeniden inşa edilmesiyle sonuçlanacak bir reform öneriyor.
Bunu kimin gerçekleştireceği sorusuna gelince iş karmaşıklaşıyor. Bugün
sermayenin bu tavizleri vermesine yol açacak ne güçlü bir işçi hareketi
ne de Sovyet tehdidi var. Ama bunu kapitalistler yapacak Harvey’e göre.
Sermaye birikiminin yasaları doğrultusunda tekelci sermayeye dönüşmüş
olan kapitalistler tekelleri denetleyecek ve barışçı bir
ultra-emperyalizmi kuracaklar!
Bu reformcu hayallerin kapitalizmin gerçekliği içinde
bir karşılığı yok. Burada tüm dünyaya sermaye mantığı açısından bakan
bir yaklaşım var. Harvey’in kavram setindeki sermaye mantığı anlamında
değil dünyaya sermayenin gözünden bakmak anlamında. Öylesine ki yeni
emperyalizmde sınıf mücadelesi önemini kaybetmiştir. Çünkü yazar,
kurduğu teorik çerçeve ile hiçbir kanıt göstermeden genişletilmiş
yeniden üretimin önemini yitirdiğini dolayısıyla proletaryanın sınıf
mücadelesinin de savunmacı bir hatta çekilerek zayıfladığını öne
sürüyor. Sınıf mücadelesinin gerilediği ve savunmacı bir pozisyonda
kaldığı doğru. Ancak bu, genişletilmiş yeniden üretimin, el koyarak
birikim karşısında önemini yitirmesinden değil, sınıf hareketinin
ideolojik yenilgisine yol açan gelişmelerden kaynaklanıyor. Harvey, el
koyarak birikimin yol açtığı toplumsal hareketleri, sınıf hareketine
alternatif olarak öneriyor. Küreselleşme karşıtı hareketler, köylü
hareketleri, yerli direnişleri, çevre mücadeleleri gibi yeni toplumsal
hareketler başlığı altında anılan hareketler “el koyarak birikim”e karşı
işçi hareketiyle birlikte mücadele edecekler. Peki ne için? Daha
insancıl ve barışçıl bir kapitalizm için. İyi de bunu zaten
kapitalistler gerçekleştirmeyecek miydi?
[1] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Çev. A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.
[2]
Yazarların bu kitapta dile getirdiği görüşler Socialist Register
Dergisinin 2004 sayısında yayınlandı. Bu sayının Türkçe çevirisi için
bkz. Leo Panitch ve Colin Leys (Der) Günümüzde Emperyalizm: Yeni Emperyal Tehdit, Socialist Register 2004, İstanbul, Alaz Yayınclık , 2004.
[3] Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, Çev. Sami Oğuz, Ankara, Epos Yay. 2003.
[4] Sungur Savran, Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm, Yordam Yayınları, İstanbul.
[5] V.İ.Lenin, “Avrupa Birleşik Devleti Sloganı Üzerine”, Marx, Engels Marksizm adlı derleme içinde, Çev. V. Erdoğdu, Ankara, Sol Yayınları, 1990. sf. 239.
[6]
Avrupa Birliği’nin emperyalist bir proje olduğu yolundaki bütün
eleştirileri milliyetçilikle itham eden liberal solcuların tartışmadan
özenle kaçındıkları konu bu birliğin ekonomik temelleridir. Son krizin
ortaya çıkardığı gelişmeler Avrupa Birliği’nin bir uygarlık ve demokrasi
projesi değil, ABD, Japonya, Çin ve Rusya gibi emperyalist odaklarla
yoğun rekabet koşullarında Avrupa’nın işçilerine ve birliğin yoksul
üyelerinin (Yunanistan, İspanya, Portekiz,
İrlanda gibi) halklarına karşı Avrupa tekelci sermayesinin ortak
hareket platformu olduğunu bir kez daha göstermiştir. Avrupa çapında
inşa edilmiş bir ultra-emperyalizmin bir ortak refah projesi değil,
yoksullaştırma projesi olduğu büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştır.
[7] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, İstanbul, Everest Yay. 2004.
[8] Bu görüşün karikatürize bir örneğini Baskın Oran 26 Haziran 2004 tarihli Birgün gazetesinde şu ifadelerle dillendiriyordu: “Küreselleşme
döneminde Emperyalizm yapamazsın… Emperyalizm bir Küreselleşme
biçimidir, ama Küreselleşme Emperyalizm değildir. Emperyalizm olması
için mutlaka askerî işgal gerekir. Aksi halde önüne gelen her şeye
Emperyalizm damgası vurabilirsin ki, Emperyalizm kavramını ayağa düşürüp
anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramaz.”
[9] Joseph Schumpeter, Imperialism and Social Classes, çev. H.Norden, August M.Kelley, New York, 1951.
[10] Joseph Schumpeter, Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, çev. Tunay Akoğlu, Varlık Yayınları, İstanbul, 1974.
[11] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf.122.
[12] Karl Marx, Kapital. c. I. Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1997. sf. 678
[13] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979.
[14] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .171.
[15]
Burada tartışılan konunun kriz teorisi olmadığı konusunda okuyucu
dikkatli olmalıdır. Kapitalist krizler kitlelerin yoksulluğundan dolayı
ortaya çıkmaz. Kapitalizmin anarşik doğasından dolayı ortaya çıkar.
[16] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .172.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder